
Necip Fazıl,
Atatürk'ün vefatından dolayı ne hissettiğini şu şekilde dile getiriyor:
"Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı'nı
yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden (bağlayan) unsurun yok
olduğuna inanabilmek, yaman bir idrak işkencesi; Atatürk'ten bir parça halinde
kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri
gibi, içinden çıkılmaz bir muhal (olamazlık) hissi veriyor. Fındığın kabuğunu
kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edası ile ölüm, Atatürk'ü, hüviyeti
etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü.
Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile, aynı marifeti tekrarlamasına
rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyede (Yaptırım) kudretini, bütün tarih
boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının bir defa bile
şaşırmamaya memur sadık işçisi(olan Azrail), bu misalde, kudretinin her zamanki
mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi.
Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı
düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred (soyut) sirayet ve ihtarı(ölümün etki
ve uyarısı) küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirirdi.
Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu
bağ, kan ve his yakınlıkları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı
uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz.
Bütün dünyada Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh
kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük
göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının
çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi
bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında(Atatürk gibi),
her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır.
Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı
göstereceğini ümit edemezdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı dünyaya sahip
olduğu devirlerde bile, böyle bir ihtirama(saygınlığa ve ağırlığa) hedef
olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa'nın, bize en yabancı milletlerine kadar
heyetlerle, askeri kıt'alarla ve en büyük mümessillerle Ankara'ya koşmuş olması
gösteriyor ki, Garp(Batı), Atatürk'ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık
inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman'ın ölüsü
karşısında da, hiç bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir
yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır.
Atatürk'ün gözleri ile görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde
bırakma*****; keskin bir delalet(kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza
sindirmekle mükellefiz.
O, Türk'e, hem Türk'ü hem de Avrupalı'yı inandırabildi. Tarihte büyük
bedbinlerle(kötümserlerle) büyük nikbinlerden(çok iyimserlerden) ibaret iki
sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli
bir cehde; aydınlık görenler de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir
mukavemete gebedir.
Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla,
kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu
görmediğimiz bir hayata erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz
ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur.
Atatürk'ün ruhi maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O'nun yılmaz
ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği(aşırı
iyimserliği ve ümit beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına
ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.
Birinci vesika;
Bir millet için esaret ve mahkûmiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği
hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti
de kendi ölümüne inandığı vakit bile o inanmadı. Bu, Atatürk'ün millet ufkuna
doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.
İkinci vesika;
Milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından
itibaren bütün Türk Milleti'ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde
boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline
veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine biran bile mümkün gözü
ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli.
Atatürk, başlangıçta Milleti'nin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu
iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir
millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için,
Onu ikinci tecellide haksız bulamayacağız.
Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk var.
Zaman tasnifi ile bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne
kadar sürer. Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize
çapında bir barışla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran
evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler alemine karşı harekete geçti, fikir
ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine
asker, öbürüne inkılapçı Atatürk demek, hatıra gelecektir. Atatürk'ün iki iş
merhalesini temsil eden cepheleri arasında, bence mefkureci ve hudutsuz
şahsiyet; asker Atatürk'dedir. Asker sıfatı da Onu ifadeye kifayetsizdir. Zira
bu merhalede askerlik O'nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker
olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş
iradesini temsil eden mefkürevi insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer
tarihinde sayısı bir kaçı geçmeyen hakiki millet kurtarıcılarından bir
tanesidir. Dehasının sırrı da ne askeri, ne İçtimai, ne de aklidir. Aksine
laboratuar ilimlerinin çerçeveleyemediği ve aleladelikler(sıradan şeyler)
serisinin yanaşamadığı bir heyette ve tamamıyla ferdi ve insiyakidir(fıtri ve
manevi bir kabiliyettir). Zaten kahraman dediğimiz meçhul yaratılış ve bünyenin
bütün farikası, bu ferdi ve insiyaki cevherde değil midir? Yoksa her hangi bir
ihtilalci başlangıçta Milleti, Atatürk gibi ayaklandırabilir; her hangi bir
asker, kurtuluş mücadelesini Atatürk kadar iyi idare edebilir ve her hangi bir
idareci, Atatürk'ün kurduğu teşekkülleri kurabilirdi. Fakat kimse, Samsun'a
çıkışından, İzmir'e girişine kadar, O'nun taşıdığı iç kıymet ve imanını
taşıyamazdı. Çünkü bu kıymet ve iman: teknik, bilgi ve akıl işi değildir. Bütün
bu melekelerin atalet ve felakete battığı dakikada, hepsini birden yerinden
fırlatacak bir ruhi adale işidir. Kahraman dediğimiz meçhul yaratılış ve
bünyenin herkesten farklı olarak sahip olduğu hususi ve harikulade unsur da,
işte bu ruhi adaledir.
İnkılapçı Atatürk'e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip
bir tesadüf cilvesi ile, iki Atatürk'ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa
Kemal ve Atatürk... İnkılapçı Atatürk, Tanzimattan beri Türk Cemiyeti'nin
Avrupa medeniyet manzumesine(sistem ve silsilesine) kavuşturulması yolunda
girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler
haline getirdi.
Türk Cemiyeti'nin, Tanzimattan beri alev alev yanan kafası ve ruhu ile bir
türlü kararını bulamadığı, hududunu çizemediği, mevcutlardan neyi verip, neyi
veremeyeceğini, neyi alıp neyi alamayacağını kestiremediği medenileşme
davasını, bütün Şark'ı, topyekün vermek ve yerine bütün Garp'ı topyekün almak
şeklinde kökünden halletti. Onun bu cüretli iradesinde de, taşıdığı ruhi
adalenin bir ihtizazına (titreşimine) şahit oluyoruz. Tanzimat tabii seyrinde
devam etseydi belki daha asırlarca, Atatürk'ün vardığı bu telakki ve cesaret
merhalesine ulaştıramayacaktı. Filhakika(gerçek şudur ki) bütün müesseseleriyle
Türk Cemiyetine asılan garp, Türk toprakları üzerinde ve iktisadi, ilmi,
içtimai sahalarda büyük muvaffakiyetlerle yemişini vermeğe başladı. Kurtuluş
zaferini takip eden merhalede garp; kanun, şapka, harf, yol, fabrika, banka,
mektep, ordu, bütün aletleriyle vatana tatbik edilebilmiştir. Şu kadar ki
yalnız müsbet bilgiler ve maddi aletler manzumesi telakki eden ve ruhi planda
garbında bizzat kendi kendisini araladığını bilen bir fikir adamı gözünde bu
hareket, kıymet hükmünü saran bin bir çetin davaya karşı nihayet madde
çerçevesinde büyük bir ıslahçılık hareketi olmaktan ileriye geçemez. Fikir,
ahlak ve sanat cepheleriyle yepyeni, istiklali ve şahsi bir cemiyet binası
işiyle de bir tutulamaz. İkinci merhalenin Atatürk'ü, ıslahçılık tarihimizin en
büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin Atatürk'ü, aynı soydan hadiseler
arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşıyacaktır."(Alıntı)
25 Kasım 1938 Son
Telgraf
KAYNAK